Cam Açık…

Şu sıralar cevabını hiç bilmediğim bir soru ile başlamak istedim, günlük sohbetlerin rutininde nasıl yanıtlanması gerektiğine dair de bir fikrim yok: Nasılsınız? Şimdi yazacaklarımı, yazmak yerine bir camı açıp bağırmak isterdim, sesine ses bekleyen herkes için.

Neslimin bütün acılarına aşinayım, kontrolümüz dışında gerçekleşen her şeyin mağduru herkes gibi(ki mağdur, kurban, en tahammül edemediğim, içinde duramadığım hallerdir oysa) darbelerin, pandemilerin, bombalı saldırıların, ekonomik krizlerin gölgesinde, kalplerimizin tam ortasında devasa bir boşluk. Öyle bir boşluk ki, bağırsam camı açıp, yankı yapar.

Peki, nasılsınız? Yine otoritesi olmadığım bir konu da, ne yapacağını bilememenin mahçupluğu var üzerimde. Ömrüme en büyük borcum sanki böyle ne yapacağımı bilemedim anlar… Saat sabah sekiz çeyrek civarı Gebze’ye doğru çıkmıştım oysa evden, boyu büyük kendisi küçük bir beyaz yakalı şımarıklığı bir kahve almak üzere navigasyonu takip ediyordum, sekiz yirmi üç gibi telefonda yakın zamanda dost olduğumuz güzel bir yürek ağlamaklı bir sesle dedi ki “çıktın mı? geliyor musun? ne olmuş öyle ya? gel bir an önce depoya gidelim montlar var…” Montlar mı var? Yol kenarında biraz kar var ama ne montu şimdi ya? Abi ne montu? Gün o gün, saat bu saat bir daha hiç aynı ritimde atmadı kalbim, alnımın orta yerinde bir ağrı, biraz daha kalsa soyadımı vereceğim, nüfusa yazdıracağım garip bir kaş çatılması.

Neyse, nasılsınız? Biz bizeyiz nasılsa, yüzbinleri soğukta üstünde tonlarca ağırlıkla yatmış bir memleketin bütün güzel çocukları nasılsınız? Nasıl olabiliriz tam şu an? Hayat neresinden tutsakta akar yine mesela? 8-10 düzenimizden, hangi telefonu açasınız var? Hangisini yok? Çıkarıp atabiliyor musunuz zihninizden Karadeniz Türküleri, Sezen Aksu ve Yıldız Tilbeden oluşan karışık CD’yi?

Acele etmeyin, durup, nefes alıp, kabul etmemiz gerekenler var.

Önce kabul edelim yıkıldık, onca güzel hayatın hikayesiyle, kocaman bir acı bizim de hayatlarımızı önüne katıp, vahşi bir sel gibi yayılıyor ovaya, önünde duramıyoruz, bizim duramadığımız gibi durdurmasını umduğumuz kimseden de ses yok! Ova feryat figan, biz feryat figan…

Kabul edelim dargınız, yalnızlığımıza, onca yılın sonunda her zor günde biz bize kalmamıza darıldık! Devletimizin gücüyle ve kurumlarıyla gururlanan babalarımız, bizi emanet ettikleri Devlet Baba’dan beklediğimizi göremeyince darıldık.(Sahi insan ne bekler ülkesinden? Sayfalarca yazmayı çok isterdim ama Amin Maalouf (Doğu’dan Uzakta”da yeteri kadar yazdığı için, bana el öpüp icazet istemek düşüyor, Doğu’dan uzakta ama kültürün içinden)

Kabul edelim ağrımıza gidiyor sahipsizliğimiz, kabul edelim o yenmeyip çocuklara saklanan bisküviyi, su isteyen çocukları, tutulup hiç bırakılmayan ellerin anısı da hep bizimle kalacak.

Ve kabul edelim, çok kızgınız, öyle çok kızgınız ki üçümüzün sesi birleşse yok edecek beşin sesini, milyonumuzun “of”u birleşse yeniden çizilecek coğrafi haritalar…

Dostlarım herkesin yaralarını yeniden sararken, eli el verdiğince her canı yanana koşarken yeniden soracağım ama şimdi nasılsınız? Bende bilmiyorum, üzerine çalışacağım iyi olup, iyi etmek üzerine okuyup yeniden yazacağım.

Ama şimdi cam açık, gelin beraber bağıralım…

*Memleketimin başı sağ olsun, içimin sıkıldığı bir gece yarısı başlamıştım bu yazıya 5 gün sonra hiç birşeyin değişmediği başka bir akşam sıkılmasında bitirdim. Allah’tan bölgede durmadan çalışan herkese güç kuvvet, yakınlarını kaybeden herkese sabırlar dilerim.

Kahramanmaraş, Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa yeniden iyi olduğunu görmek için sabırsızlanıyorum, yeniden beraber ayağa kalkıp “iyiyiz” diyişlerimizi. Kaç yaşıma nasip olursa olsun, ama olsun. Böyle zor günlerde, Ahmed Arif’in “Anadolu”su bana biraz iyi geliyor, belki sizde denemek isterseniz:

Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak…
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım…
Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu’yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri…
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda…
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa’da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,

Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir